En çok bu yazıda zorlandın. Yazamayacağına inandın. Başladın, bıraktın. Aman kimse zan altında kalmasın. Korktun değil mi? Evet. Nedir seni korkutmuş olan? Biz bizeyiz burada bizden başka kimseye okutmak zorunda değilsin yazdıklarını. Sanırım okutmak istiyorum. Daha doğrusu hava alsın diye açığa bir yere koymak istiyorum. Bunu şimdi düşünmene gerek yok. Şimdi düşünmene gerek yok. Yazman yeterli. Arada şarabınla da ağzını tatlandırır, sinirlerini gevşetirsin, birlikte güzel bir gece geçirelim, bakalım nereye gideceğiz birlikte. Anlaştık. Ne zaman öldün? Ayşecan beni Bilge Hoca’nın odasına götürdüğünde ve azarlamaya başladığında. Üzülüyorum be kendime, saflık bir de, iyi bir şeyler yapıyorum, onunla ilgili pozitif bir şey duyacağım zannederek gittim. Meğersem aylar sürecek bir dışlama ve yıldırma sürecinin başlangıç günüymüş. 2016’da Aralık’ta belki de tam doğum günümde öldürülmüşüm. Yedi yıldır seni oradan kaldıramadığım için üzgünüm Kardelen. O sana kırgın değil. Sen gelebildiğin zaman geldin.
Şimdi biraz okuyucum varmış gibi yazmak istiyorum.
Şu ana dek neler oluyor, neler oldu anlamamış olabilirsiniz. Olan aslında çok basit. Ben, Kardelen, azarlandım, e-postalarıma cevap verilmedi, görmezden gelindim, pes ettim ve ilişiğimi kestim. Bilirsiniz, bazen basit şeyler de insanı öldürür, grip gibi. Düşüşümün sertliğini tasvir edebilmek için iç dünyamda çıktığım yüksekliği anlatarak başlayayım. Akademik standartlarda başarısız bir kimya öğrencisi olarak 2012 yılında psikoloji alanı ile ilişkimiz başlamıştı. Çok kısa zamanda birbirimize yükseldik ve ilişkimizi bir adım ileri taşımaya karar verdik. Psikoloji bölümünde yüksek lisans yapacaktım, hatta akademik kariyerime de buradan devam edecektim. Bu aşk ilişkisi biz birbirimize kavuşana kadar olanca heyecanıyla devam etti. Ben psikolojiyi bölüm bölüm kovaladım. Okulun hangi bölümünde hangi hocadan psikoloji ile bağlantılı ne ders koparabilirsem aldım, dinledim, öğrendim, tamamladım. O zamanlar felsefeye bile elimi dokundurmamı sağladı bu sevda. Her azimli Boğaziçi öğrencisi gibi yanında yüksek lisans yapmaya niyetlendiğim hocamın labınd görev aldım. Tabi o zamanlar lab dediğimiz makale okumak ve ölçek soruları düzenlemekten ibaretti, olsun ekibin bir parçası olmaya çalışıyordum. Bu şekilde iki yılım geçti ve Kimya Bölümü derslerini tamamladım, artık lisanstan mezun olmanın koşullarını yerine getirmiş, benim için doğru olduğuna inandığım yolda ilerlemek için önümdeki tek engel kalan yazılı ve sözlü sınavları geçmeye gelmişti sıra. Bir şeyi gerçekten çok istediğimde onu öyle ya da böyle elde etmeyi başardığım için, yazılı sınavı geçen belki 20 kişiden biri oldum. Sözlü sınavı geçen de sekiz kişiden biri oldum. Kedim Lisa’nın öldüğü gün Boğaziçi Psikoloji Yüksek Lisans Programı’na kabul edildiğim haberini aldım. Kedim ölmeseydi sevinçten havalara uçardım eminim. 2014 yılında artık Psikoloji Bölümü’ne kayıtlı yüksek lisans öğrencisi olarak Boğaziçi Üniversitesi’ndeki ikinci tur öğrenciliğime başladım. Bu sefer harika olacaktı çünkü sevdiğim ve anlayabildiğim bir bölümde okuyordum.
Bölümdeki ilk yılım, bilimsel hazırlık adı verilen, lisans derslerini almam ile geçti. Bu kısımdan da size bahsetmezsen benim içim rahat etmeyecek. Bilimsel hazırlık denilen şey, lisansını psikoloji bölümünde yapmamış kişileri psikoloji yüksek lisansına hazırlamak adına lisans dersleri okutulan yıla verilen isim. Oldukça mantıklı. Yalnız benim durumumda şöyle bir aykırılık vardı, bilimsel hazırlık yılında okutulan tüm dersleri ben Kimya Bölümü öğrencisi olarak okurken zaten almış ve geçmiştim. Bilimsel olarak hazırdım diyebiliriz bu koşulda. Elbette Boğaziçi Psikoloji bölümü tam da olduğu gibi olduğu için, bu onlara yeterli gelmedi ve ben de bilimsel hazırlık okudum. O dönem buna üzülmüştüm. Lisans eğitiminden çıkmam yedi yılımı aldığından geç kalmışlık hissi ile boğuşuyordum. Aldığım bütün o derslerin gelecekte faydasını göreceğimi o esnada tahmin edememiştim tabii. Eğitim hiç boşa gitmiyor. Bilimsel hazırlık yılında, ben ben olduğum için daha fazla ders almaya çalışıyor, labına girdiğim hoca Elif Aysimi Duman ise daha az ders aldırmaya çalışıyordu. Sonuçta derse ayrılan daha fazla zaman, laba ayrılan daha az zaman anlamına gelir. Akademik bir kariyer yaşamamış ya da gözlemlememiş olan okuyucuya yönelik şu bilgiyi paylaşmak isterim. Akademik dünya geneli itibariyle “gönüllü” kölelik üzerine kurulu bir sistemdir. Özellikle benim gibi “Aman ben beyaz yaka sektörün içindeki politikalarla başa çıkamam, burada ne güzel bilgimiz ve zekamızla dostluk kardeşlik içerisinde bilim yapıp dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeye çalışıyoruz.” şeklinde hem nahif hem naif bir bakış açısına sahipseniz, tam da ideal köle adayı oluyorsunuz. Ben oldum en azından. Bilimsel hazırlık yılında, tezimde kullanacağım deneysel verileri toplamaya başlamıştık bile. Yüzlerce öğrenciden ölçek verileri, tükürük örnekleri topluyor, bu tükürüklerden genetik analizler yapıyorduk. Bir de inşaat halindeki binaya girip labda çalışma zorunluluğumuz gibi, gerçekten de canımızı tehlikeye atan durumlar da vardı işin içerisinde. Kulağa abartıyormuşum gibi gelebilir ancak çıplak kabloların sarktığı, iskeleden aşağı boş silikon şişelerinin atıldığı bir şantiyenin bodrum katında bulunan laba gitmeye bizi zorunlu tutan hocamızın karşısında biz de beyin tutulması yaşıyor ve emirlerine uyuyorduk.
Bu düzende çalışmaya benim sinirlerim 1.5 yıl dayanabildi. 2015’in Aralık ayında elimde nur topu gibi bir kara delik belirdi. Ben artık majör depresyon hastasıydım. Çok isterdim ki “Ben çok hassas biri olduğum için yalnızca benim başıma geldi.” demek. Böyle deseydim yalan olurdu, ve ben yalan kullanmayı bıraktım. Benden başka birçok bölüm öğrencisi çeşitli mental rahatsızlıklar ile mücadele etti ve eminim, maalesef, hala eden birileri vardır. Benim ruhsal ıstırabımın geldiği mertebe artık 15 dakikadan uzun süre makale okumama müsaade etmiyor, her türlü anlam ve amacı kaybetmiş bir biçimde, araştırma asistanlığından kazandığım paradan vazgeçemeyeceğim yanılgısı ile beni bu kişisel cehennemin içinde tutmaya devam ediyordu. Ta ki annemden “Bırak!” dediğini duyabilinceye kadar. “Sıçmışım asistanlık parasına, senin sağlığından önemli mi!” serzenişini duyabildim ve bu beni uyandıran sarsıntıyı sağladı. Minnoş minnoş hocamla konuştum ve laba devam edemeyeceğimi açıkladım. Bu esnada ben ve bölüm arkadaşım ara ara bölüm hocalarını dolaşıyoruz ve Elif’in labında ne kadar çok çalıştığımızdan, bölüm derslerinin yanı sıra çok fazla iş yükümüz olduğundan, tehlikeli lab koşullarından ve benzeri problemlerimizden bahsediyorduk. Hayranlıkla derslerine girdiğimiz, gözünün içine baktığımız saygı değer hocalarımızdan birinin bize yardım eli uzatacağına emindik. Ta ki herhalde 4-5 tane hocanın da görüşme esnasında olanca tatlılığına rağmen aksiyonda hiçbir şey olmadığını kanıksayıncaya kadar. Ama iyi ümit ettik be. Adalete o kadar inanıyorduk ki, koskoca Boğaziçi Psikoloji Bölümü yapılan bu haksızlığı elbette fark edecekti! Toyluk işte, hayalperestlik.
Bu majör depresyon illetinin bana bir hediyesi oldu. Asistanlığını labın ismi Psikoepigenetik Laboratuvarı. Orada bizim zamanımızda yaptığımız araştırma ise stres hormonu olarak bilinen kortizol hormonu, serotonin transporter geni ve depresyon, anksiyete gibi hastalıklar arasındaki ilişkiyi incelemekti. Kısaca biz stres labıydık! En sevdiğim ironi de bu biliyor musunuz? Stres labında çalışıyorum, depresyon araştırıyoruz, ben göz göre göre o kadar stresöre maruz kalıyorum ki depreson hastalığım tetikleniyor. Bunu da yazmazsam eğer Kardelen’e haksızlık etmiş olacağım. 2015’te depresyonun içerisinde kalbi atan bir bedende ölü bir ruh olarak yaşarken, annem beni apar topar psikiyatra götürdü. Ardından da araştırma görevlisi olarak aldığım tüm parayı psikoterapi seanslarına vermeye başladım. Elif’e ara tatilden önce durumu söylediğimde bana “Tamam Şubat’a kadar haftada iki gidersin, Şubat’a bir şeyin kalmaz.” minvalinde bir şey söyledi. Hani Kimya Bölümü’nde hoca söylese dersin ki bilmiyor napsın, Psikoloji Bölümü’nde bunu duyunca insanın hayallerini üzerine kurduğu duvarlar da dökülüyor biliyor musunuz? Hediyeye geleyim. Bir gün oturuyorum salonda, koltuktayım. Sol çarprazımda duvarda televizyon asılı, animasyon film oynuyor o esnada, benim için açmış babam. Bakıyorum. Boş boş bakıyorum, bir duygu hissedemiyorum o an. Ancak bir şey fark ediyorum. Araştırma içerisinde topladığımız o ölçek verileri, okuduğum makaleler, depresyon ile ilgili olanlar. Onlar geliyorlar aklıma. Ve şu düşünce geçiyor. Eğer benim yaşadığım şey depresyonsa, biz bunu araştırmıyoruz. Eğer biz depresyonu araştırıyorsak, benim yaşadığım ne? O an benim için camdan bir duvar aşağı iniyor. Depresyonun fenomenolojik deneyimi ile araştırmalarda depresyon diye adlandırdığımız şey, birbirinden çok ayrı. Ayrıca işin acı tarafı, benim depresyona girmem gerekmiyordu. Bu depresyon önlenebilir bir depresyondu. En azından o zamanlar böyle inanıyordum. Şimdi geri dönüp bakınca o depresyona girmiş olmam gerektiğini görebiliyorum tabii. Sonuçta Kierkegaard haklı “Yaşam ileri doğru yaşanır, geriye doğru anlaşılır.” yine de ortalığı çok karıştırmayayım. Benim bu farkındalığım üzerine kendime şöyle bir vazife ediniyorum, ben klinik öncesi popülasyonun, klinik vakaya dönüşen seyrini durdurmayı ve tersine döndürmeyi hedef edinebilirim!
Cam duvarım yıkılmış, akademik kariyerin bana uygun olmadığını idrak ettiğim bir gün arkadaşım Ceren Yavuz ile bir görüşme gerçekleştirdik. Doktoradan vazgeçtiğimi açıkladım ona ve o da bana İnstagram’da psikoloji, spesifik olarak da yeme psikolojisi anlatmamı önerdi. O zamanlar İnstagram’ın daha çok yenilen yiyeceklerin fotoğraflarını paylaşmak, diyet hesapları açmak için kullanıldığı dönemdi. Benim akademikden vazgeçişim ve insanların klinik seviyede hasta olmalarını engelleme arzum, Kardit Habit Lab adında bir oluşum başlatmama vesile oldu. İşte Kardit Habit Lab, ikinci darbeyi almam için gereken şey oldu.
Kardit Habit Lab. Kardelen’in alışkanlık laboratuvarı. Ne yapıyordum biliyor musunuz? Kitaplardan, makalelerden öğrendiklerimi yazıyordum. Okuyucuya bir faydası olsun, bir şey katsın diye. O zamanlar artık Elif’in labından ayrıldım ayrılacağım. Nasıl heyecanlıyım, sticker’lar bastırıyorum, defterler yaptırıyorum, takipçilere yolluyorum. Bilgisayarımda arka planımı logom yapmışım, üzerine sticker yapıştırmışım. İçimi dışımı Kardit Habit Lab yaptım. Yeme psikolojisi ile ilgilenmeye başladığım için okul derslerimde de proposal yazmamız gerektiğinde artık alışkanlıklar, yeme psikolojisi, pomodoro tekniği gibi alanlarda yapmaya başladım bunu. Niyetim bir taşla iki kuş vurmak. Elif de sağolsun uyardı beni, Barış Muslu’yu örnek vererek “Aman onun gibi olma” dedi. Gerçi ben halen aradaki benzerliği görebilmiş değilim. Ben böyle tam gaz yeni hayallerimin peşinden koşarken, bir gün Ayşecan ders çıkışı beni yanına çağırdı. Onunla gelmemi istedi ve birlikte o zamanlar bölüm başkanı olan Bilge Hoca’nın yanına çıktık. Meğersem benim ödev hazırladığım konulardaki değişiklik Ayşecan’ın dikkatini çekmiş. Kendisi Mensa seviyesi bir zekaya sahip bir insan olarak araştırmış ve benim kimseden gizlemediğim, hatta heyecanla her yerde sergilediğim Kardit Habit Lab profilimi gün yüzüne çıkarmış! Gerçekten de gizli bir şeyi keşfetmiş, beni suç üstü yakalamış gibi bir hali vardı.
Bu noktada benim için eskiden itiraf etmesi en zor olan, ama şu anda squirtle dediğim kısmı paylaşacağım. Benim de bir hatam oldu. O zamanlar bir yandan tezimi yazmaya başlamış olduğum için (hatırlarsanız verileri geçen yıl topladık bile) yazın mezun olacağımı zannediyordum. O zamanın erkek arkadaşının da önerisine uyarak profilimde kendime Uzman Psikolog dedim. Sonuçta “İnsanlar böyle şeylere önem veriyor”. İşlediğim en büyük suç bu okuyucu. 2016 yılında kendime psikoloji yüksek lisansından mezun olmadan önce uzman psikolog dedim, nasılsa birkaç aya mezun olacağım diye de bir gerekçeye inanmış bulundum. O zamanlar lisans psikolojinin önemi ile ilgili şu anda yaşanan delüzyon başlamamıştı. Bu uzman psikolog meselesi benim daraağacındaki ilmeğim oldu.
Çıktık Bilge Hoca’nın odasına. Size de bahsettiğim gibi, bir proposal’ımı beğendiler, iyi bir şey yaptım, bir övgü alacağım zannediyorum o esnada saf saf. Zaten depresyonum toparlamış, bomba gibiyim, dersime de yetişiyorum, özel derse gidiyorum para kazanıyorum, yeni bir proje bulmuşum kendime hayattan ümitliyim, MBSR’a başlamışım meditasyon yapıyorum… Ayşecan bana kazıp bulduğu (aslında bölümde başka 2 hocanın daha çoktan haberi olan) İnstagram profilimden bahsetti. Tüm ayrıntıları ile sahneyi size çizmek, sizi de oraya getirmek ve sizinle birlikte bir daha yaşamak isterdim ama inanın sahne bende de yok. Artık orada ben nasıl bir ölüm yaşadıysam, parça parça bende de. Donup kaldığımı hatırlıyorum, belki de sakin kalmışımdır, yine de donmuş olma ihtimalim daha yüksek. Azarlıyor beni Ayşecan, Bilge o kadar değil ama o da kızgın. Ben makalelerden okuduklarımı paylaştığımı anlatmaya çalışıyorum. Bu işten para kazanmadığımı kimseye bir hizmet vermediğimi anlatmaya çalışıyorum. Şunu çok net hatırlıyorum “Makaleleri yanlış yorumluyor olabilirsin.” demişti bana. Nature makalesi okutup eksiklerini bulmayı bize öğreten sen değil misin, senden aldığım tüm dersleri AA ile geçmedim mi? Herkes makaleyi yanlış yorumlayabilir. Ben yeterince doğru yorumladığımı sana ıspatlamadım mı? Benden beklemezlermiş, hayal kırıklığına uğramışlar. Bu gibi şeyler de vardı. Ayşecan’ın sesinin yükseldiğini hatırlıyorum, Bilge’nin yükselmediğini hatırlıyorum. Bir de benim tepkisiz kalmam Ayşecan’ı iyice sinirlendirmişti. Benden pişmanlığa dair bir tepki görmediği için çok rahatsızlanmıştı bu durumdan. Makalelerden okuduklarımı çevirdiğim, derslerde öğrendiklerimi anlattığım için pişman olamadım aniden. Suratıma tokat gibi çarpan anlardan biri de Ayşecan’ın bana “Sen kim olduğunu zannediyorsun” diye sorduğu andı. Gerçekten nutkum tutulmuştu, kendimi biri olarak zannettiğimden dahi haberim yoktu. Ne yazık ki daha fazla ayrıntı getiremiyorum. Zavallı benliğim, o kadar acı çekmiş ki tüm sahneyi gömmüş saklamış. Ziyanı yok, mobbing devam etti, bu sahne ile sınırlı kalmadı.
Aslında olay ne biliyor musunuz? Biri Boğaziçi Psikoloji adını kullanacak ve koçluk gibi onların beğenmediği bir iş yapacak diye ödleri kopuyordu. Bunu benden değil, başka bölüm arkadaşımdan, ona muamelelerinden zaten biliyordum. Benim bir İnstagram profili sahibi olmam ve Boğaziçi Psikoloji Bölümü ile ilişkili olmam, bu korkulanı canlandırdı onlarda zannedersem.
Bilge Hoca’nın odasından azad edildiğimde Kuzey Kampüs’te Dunkin Donuts’ın önünde bölüm arkadaşımla buluştuk. Ne fena ağlamıştım orada. İyi bir şey yapıyorum zannediyorum, benim için çok değerli olan hocalarımdan saldırıya uğruyorum. Bu uyarı değildi, düpedüz saldırıydı. Hatta kıyamam, bir dönem caddeye indiğimde, Nişantaşı’na gittiğimde ya da Güney kampüse girdiğimde bölüm hocalarından biriyle karşılaşma korkusuyla beni çarpıntı basıyordu, Güney Kampüs’e tek başıma inemediğim bir dönemim oldu. Terapistim “Travma sonrası stres tepkisi veriyorsun” dediğinde içimden “Has*ktir, doğru” demiştim (bastırma öyle acayip bir şey ki, bu gerçeği dahi görmezden gelmiştim) Sonuçta çok yüksektim, düşüşüm çok sert oldu. Ayrıca ben ben olduğum için kendimi suçladım durdum. Hatamdan o kadar utandım ki anlatamadım. Ben hata ettim, ben ayıp ettim zannettim. Bu doğru değildi. Ben onlara ayıp etmemiştim. Onlar bana ayıp etmişti. Bunu anlamam üç yılımı aldı. Ayrıca, diyelim ki müthiş bir hata yaptım, böyle mi söylenir?
O gün, artık bölümden aforoz edildiğim gün diyeceğim ona, sanırım henüz Dunkin Donuts’ta otururken ilk yaptığım şey İnstagram’dan ve websitemden Uzman Psikolog ifadelerini kaldırmak oldu. 24 saat içerisinde suçumu düzeltmeye girişmiştim. Bir de üzerine tüm paylaşımlarımı durdurdum, ne profilimde ne websitemde başka hiçbir şey değiştirmedim. Niyetim de şuydu, saflığım devam ediyor, hocalarım açsınlar baksınlar, yanlış bir şey yapmadığımı kendi gözleri ile görsünler. Tabii ki olan öyle olmadı. Olaydan bir hafta sonra Ayşecan ve Bilge’ye e-posta atıyorum: Çok üzülüyorum, çok düşünüyorum, yüz yüze görüşüp özür dilemek istiyorum, vaktinizi çalacağım için suçluluk duyuyorum, anlayışınıza sığınıyorum… Cevap yok. Esra Hoca’dan bana posta geliyor, beni AKP zihniyeti ile bir tutarak kahrolduğunu açıklıyor. Benim “İnsanlar buna önem veriyor” deyişim onun kulağına “Tüm Türkiye böyle yapıyor” olarak gitmiş. Zaten Barış İçin Akademisyenler dönemi, sinirler gergin. Bence ben bir nevi şamaroğlanına dönüyorum bölümde. Neyse. Sonra Ayşecan, Bilge, Elif ve Esra Hoca’ya beş gün sonra bir e-posta daha atıyorum “I’m sorry how can I fix it?” Biliyor musun sevgili okuyucu, benim bu Habit Lab bölüm toplantısında tartışılıyor o zamanlar, bana cevap vermezken bölüm tartışıyor sıçtığımız öğrencisinin cehaletle açtığı websitesini, İnstagram sayfasını. Böyle bir kafa işte. Ulan karşımızda bir genç var, örnek olalım, yol gösterelim, akıl verelim diyen çıktı mı bilmiyorum. Görmezden gelme politikası aynen devam. Ben yazdığım e-posta’da ise defalarca özür dilemişim, kıyamıyorum. Ardından yine cevap yok tabii ki. Derken Aralık ayı bitiyor ve Ocak ayı geliyor. Okuldan bir e-posta. Disipline verilmişim. Tabii o dönem “Yeterince bir şey yapmadığım” bahanesiyle tez dersinden de F veriyor Elif bana. Açıyorum disiplin yönetmeliğini okuyorum, disipline verilmemin gerekçesini göremiyorum. Gidiyorum disiplin görüşmeme. Yağmur hoca karşılıyor beni, çok tatlı biri, durumu ona anlatıyorum ve bana “Herhalde bir yanlış anlaşılma oldu, git bölüm başkanından özür dile.” diyor. Anlatmaya çalışıyorum Yağmur Hoca’ya anlamayacaklarını ama yine de doğrusunu böyle görüyor ben de onun sözüne uyuyorum. O sırada bölüm başkanlığı Feyza Hoca’ya geçmiş. Gidiyorum ofisine özür dilemeye, bir tur da ondan azar yiyorum. Bu sefer konu ne biliyor musunuz? Ben Boğaziçi Psikoloji Bölümü Yüksek Lisans Programı’na hak kazandığımda, yıl 2014, o zamanlar Facebook’u aktif kullanıyorduk, profilime “Eski kimyager, yeni psikolog” yazmıştım. Çok mutluyum, çok heyecanlıyım ya. Bu “eğitimciler” beni sosyal medyada stalklayıp durdukları için Facebook profilime de bakmışlar, benim tamamen unuttuğum bu ifadeyi söylüyorlar bana. Nasıl ben Facebook’uma psikolog yazarmışım.
Artık yıl 2017 oldu, ben ne yaparsam yapayım tezimde zerre ilerleyemiyorum. Elif ayda bir cevap atıyor e-postalarıma. Bana “Ben seni uyarmıştım.” diyor. Sanki ben EFT yapmaya başlamışım gibi. Tezimde paragraf ekliyoruz, sonraki ay onun yerini değiştiriyoruz, sonraki ay paragrafı kısaltıyoruz, ondan sonraki ay paragrafı kaldırıyoruz. Ben gerçekten sinir krizleri, ağlamalar, çığlıklar yaşamaya başlıyorum bu esnada. Sonuna kadar yazılmış bir tezim var bana göre, ona göre ise olmamış. Tıpkı doktorada olduğu gibi tez ilerleme sunumu icat ediyorlar bu esnada. Master’da olmayan bir uygulama. Feyza Hoca “Bu veri ile regresyon analizi yapılmaz.” demişken ben analiz için ona danıştığımda, tez sunumunda regresyon analizi yapmamı söylüyor. Kısaca işi yokuşa sürmek deniyor buna. İyi ve yapıcı yorumda bulunan tek hoca bölüm dışından gelen hoca. Sonuçta benim bölümden aforoz edildiğimden haberi yok, hocalık görevini yerine getiriyor. Sonra bir gün terapistim bana diyor ki “Hala Elif’ten söz ediyorsun. Sence öğrenmen gereken bir şey var ve onu kaçırıyor olabilir misin?” ve ben pes etmeyi, bırakmayı kabullenmem gerektiğine karar veriyorum. 4 yılımı verdiğim Psikoloji Yüksek Lisansımı ve 170 sayfalık tezimi bırakıyorum. Orada bırakıyorum. Benim bütün olanları orada bırakışımın ardından annem bir itirafta bulunuyor “Ben zaten seni mezun edeceklerine inanmıyordum. Sana söylemeye gönlüm el vermedi.” Bu arada bir ifşa daha gelsin benden, iyi gidiyoruz. Elif’in himayesinde yüksek lisans okuyan ilk 5 öğrenciden 4’ü bölümü bırakıyor. Ben sadece biriyim. Bizden sonra gelen nesilden de haber alıyoruz “Sizin başınıza geleni duymuştuk ama o kadar da ciddiye almamıştık.” manasında bir şey demişlerdi, onlardan da birden fazla kişi bırakmış yine labı. Şimdi bu yazıyı olur de Elif Aysimi Duman’ın labına girmeye niyetli biri okursa, lütfen 2,3,4,5 defa düşün. Çok kişiler bıraktı o labı, haberin olsun, riski bil.
Ben hikayeme döneyim, bir yıl sonra bir daha bölüme ayak atıyorum ben. Sinir sistemim alarm halinde. Zaten tek başıma gidemiyorum bile bölüme. Korku ele geçiriyor bedenimi. Ben ne yaşadıysam, ne algıladıysam, gerçek bir travma sonrası stres tepkisi yaşıyor bedenim. Bölüm binasına yeniden girmemin sebebi ise, Üsküdar Üniversitesi’nde yaptığım Uygulamalı Psikoloji Yüksek Lisans’ını tezliye çevirebilmek ilişiği kesme belgesini imzalatmak. Korkumdan tezsiz yüksek lisansa başlamıştım. Tayfun Doğan’ın cesaretlendirmesi ile tez yazmaya karar vermiştim. Aynı anda iki okulda tezli yüksek lisans öğrencisi olamayacağımdan Boğaziçi’nden ilişiğimi kesmem gerekiyordu. O zamanlar bölüm başkanı Adil Hoca. Neden gidiyorsun, vs. hiçbir şey yok tabi. Aforoz edilen bir kişiye kim neden sorsun ki böyle bir soru. “Üsküdar’da yüksek lisansa başlamışsın, hayırlı olsun.” dedi. Beni sosyal medyadan takip etmeye devam edenler var demek ki. Teşekkür ettim, evrağımı imzalattım ve çıktım oradan.
Bir daha da bölümden hiçbir hoca ile rüyalarım haricinde karşılaşmadım.
Bugün olsa, yine aynı şey olsa, yine aynı davranır mıydınız bilmiyorum. Umarım bana, o zamanlar ki Kardelen’e yaptığınızı bir daha kimseye yapmamışsınızdır, yapmazsınız. Ne diyim, siz de iyi olun, siz de mutlu olun. Bu kadar gerilmeye gerek yok. Hepimiz bir şeyin ucundan tutmaya çalışıyoruz işte. Üzmeyin kendinizi ne olur. Gençleri de üzmeyin. Hepimiz nasılsa öleceğiz. Birbirimizi acı dolu hikayelerde değil, neşe dolu hikayelerde anımsayalım. Bir boşluğun içerisinde küçük mavi bir gezegenin, ortalama bir ülkesinin, bir şehrindeki, bir üniversitedeki insanlardık neticesinde. Çok da şeyapmamak lazım.
Bu yazıyı bugün yazabilmemin en kuvvetli nedenlerinden biri ise artık hem yüksek lisansımı hem de lisansımı bitirmiş olmam ve resmi olarak Uzman Psikolog titrini kullanmaya hak kazanmam. 2016 yılında bir parçam orada ölmüş olabilir ancak 2023 yılı geldiğinde ben okuduğum tüm lisans derslerini saydırmış, ve eğitimimi tamamlamış olarak işte buradayım. Önceden yazmaya korktum, bir daha mobbing’e uğramaktan, bir şekilde mezuniyetimin engellenmesinden korktum. Sesimi çıkarmadım. Ne olur ne olmaz, mezun oluncaya kadar sustum. Belki benim kuruntumdu, bilemiyorum. Bir defa engellenmiş bir mezuniyet, neden bir kez daha olmasın ki diye düşündüm. Artık hak ettiğimi kazandığıma göre squirtle. Bu benim hikayemdi. Benim nazarımda bunlar yaşandı. Sizden hala korkuyorum. Lütfen bana saldırmayın.
İyileşmem için benim bunları yazmam ve uçurmam gerekliydi.