Sosyal Medya >
Search
Kolektif Derealizasyon Çağı

Kolektif Derealizasyon Çağı

Düşünüyorum da, kolektif bir derealizasyon çağından geçiyoruz gibi görünüyor. Klinik bir bozukluk anlamında kullanmıyorum kelimeyi, gerçeklikten kopukluk anlamında kullanıyorum. Diyelim bir trafik kazası geçirdiniz, araba haşat, arabadan çıktınız, kanlar akıyor yere doğru. O an “Şu anda bunlar yaşanıyor olamaz, bunlar gerçek değil” düşüncesi geçer ya, derealizasyon anı işte o an. Olan biten egonun kaldıramayacağı kadar ağır olduğu için o an mavi ekran verir. Şu anda bana görünen o ki, egolar o kadar zayıf, o kadar kırılgan, o kadar cılız bir haldeler ki, zaten gık dedin mi kırılıp dökülecek hale gelmişler. Birçokları öfkeyle egosunu savunmanın derdine düşmüş. Öfke, kin, haset, kibir, suçlayıcılık, hataya karşı tahammülsüzlük… Ama çok kırılgan kar tanecikleri olunduğundan derealizasyon yaşanıyor diye düşünmüyorum. Bunu etkileyen daha büyük bir etken var bence.

Teknoloji.

Okullarda keşke Prometheus’dan başlatıp o okul çağındaki çocuğun yaşına uygun olacak şekilde yıllar içerisinde güncel teknolojik durumumuza kadar anlatılsa. Şu anda hiçbir şeyin nasıl çalıştığını bilmeyen, bozulsa hiçbir şeyi tamir etme imkanı olmayan ama her şeyi bildiğinden emin irili ufaklı insanlar halindeyiz. Ben de pek bir şey tamir edemiyorum. Ama en azından teknolojinin yapabildikleri konusunda çok şükür her gün şaşırıyorum.

Şaşırmak önemli.

Merak etmek.

Şaşırmak.

Anlamaya çalışmak.

Sevmek.

Şükran duymak.

Ben bilgisayarlar ve internet dünyasının sınırına doğdum. 1989 doğumluyum. 1996’da ilk defa bilgisayar ile tanıştım. Evimizde bir Compaq masaüstü bilgisayar vardı. İtalya Napoli’de yaşıyorduk o dönemde, babamın NATO görevi atamasıyla gitmiştik ve 3 yıl orada kalacaktık. Yurtdışı görevleri yurtiçi görevleri gibi değildir. Hala böyle mi bilmiyorum ama “Ülkemizi temsil ediyorsunuz” durumu vardı. Artık ülkemiz kendi kendini yeterince temsil edebiliyor internet sağolsun. Ama o zamanlar gitmeden adabı muaşeret kuralları asker eşlerine öğretilirdi. Subaylar zaten biliyor. Hiyerarşi anlatılır, bir davette kim nereye oturacak, kim nasıl karşılanacak ıvırlar zıvırlar. Paşalar da gelirdi Türkiye’den. Paşalar, amiraller, generaller. Gelenler karşılanır, eskort edilir, ağırlanır… Bir apartman dolusu TSK çalışanı, amiral geldi, denizciler göreve. E bu denizcilerin çocukları? Komşular bakar bize. İpek abla gelir, bir şey olursa yan dairenin kapısını çalarsın. Ben 7 yaşında kardeşim 2 yaşında. İlk kaç yaşımda kardeşimle başbaşa bırakıldım ben bilmiyorum ama 5 yaşından beri ben abla oldum. Bu dönemde de annemler bilgisayar alıyorlar eve. Çünkü göreve gittikleri akşamlarda bizim kendimizi güvenli bir şekilde oyalamamız gerekiyor. Şimdiki tablet karşısında zombiye dönmüş çocuklar gibi hayal etmeyin. Her şey bir mücadeleydi.

İlk bilgisayar oyunum Heroes Might & Magic III. Karne hediyesi olarak alınmıştı. Bir pamphlet vardı yanında, kalelerin creature’ları ve upgrade’leri şeması vardı. Gerçekten Türkçe kelimelerle yazamıyorum, garip geliyor, hepsi İngilizce’ydi. Kardeşim Yarkın o pamphlet’i yanından ayırmazdı. Misafirliğe gittiğimizde sanki oyuncak ayısını yanında götürmüş gibi o üçe katlanan 1 sayfa kağıdı yanında dolaştırırdı. Görselini bulmak için internette aratıyorum şu anda, çıkmıyor karşıma, pre-internet döneminden kalma bir item. Şimdi kaç çocuk aylarca yanında 1 tane kağıdı taşıyor ve misafirliğe gittiği yerde unuttuğunda ağlıyor?

Yeni bir oyun almak için para biriktirmem gerekirdi, kardeşime baktığımda saatine 2$ alırdım. Yeni oyun alınır sonra aylarca o oynanır. Bir şeyin son tadını çıkarana kadar onu kullanmak vardı. Meyveli sakızın tadı bitene kadar çiğnemek gibi. Gerçi tadı çok hızlı geçiyor meyveli sakızların diye Yarkın sakız çiğnemeyi bıraktı. 43 yaşına kadar çiğnemeyecekmiş. Doğrusu mantıklı buluyorum. Bu kadar hızlı tükenen bir şeyin vereceği keyifi istememek çok aklıma yatıyor.

Fotoğraf makinesi bozulurdu diyelim. Ama tamir edilecek gibi değil, farkında babam. Hemen alet çantasına koşardım, gelsin tornavidalar, içini açacağız “tamir” edeceğiz! McDonalds’ın oyuncaklarının da içini açmak isterdim ama üçgen şeklinde bir vida başı vardı, evde uygun tornavida yoktu diye açamazdım.

McDonalds oyuncaklarında üçgen uçlu tornavida ile açıldığını ve evde genelde yıldız ve düz tornavida olduğunu fark etmiş çocuklar, şu anda ne yapıyorsunuz merak ediyorum? Ben bu yazıyı yazarken SpaceX izliyorum. Crew-4 dünyaya dönüyor şu anda. Teknolojiye olan merağım ve hayranlığım hala parıldıyor.

Şimdi bu sınır nesil olarak, bir şarkının çevirmeli modemle Limewire’dan yüklenmesinin 2 saat beklemek olduğu, bir jpeg’in yüklenirken perde iner gibi tepeden aşağı doğru render oluşunu izlemeyi garipsemeksizin, beklemek nedir biliyorduk. Yeni oyun çıkacak bekle. Oyun dergisi çıkacak hile kodları yazacak, bekle. Okuldan eve dönüp bilgisayarda Zoo Tycoon oynayıp hayvanat bahçesi tasarlayacağım, bekle. Bilgisayar kardeşimde, bekle. Bilgisayar babamda, bekle.

Beklemeyi biliyor musunuz?

İlk cep telefonum 8. sınıfta Nokia 3310. Meşhur Nokia 3310. Bu arada evde bir nostalji kutum var ve içinde Nokia 3310 var. En son oraya koyduğumda çalışıyordu, umarım hala çalışıyordur. Nokia deyince elimde telefonun şeklini ve ağırlığını hissedebiliyorum. Kapasitatif dokunmatik ekrandan önce olan “dumb phone” dönemini anımsayın, anımsayabilenler. Anımsayamayanlar ise bilin, bu yeni dünya, pek de cesur yeni dünya değil. Kimse size ne olmanız gerektiğini söylemeyecek. Hiçbirimiz ne olmamız gerektiğine koşullanacak şekilde ve sadece onu isteyecek şekilde yetişmiyoruz. Welcome to the jungle. Hayatın bize adalet sözü yok. Mutluluk sözü yok. Kimse bize bir söz vermedi. O yüzden hak ettiğiniz size sunulmuyormuş gibi mızıklanmaya devam ederseniz de pre-internet öncesi zamanları görmüş insanlar tarafından “Ben senin yaşındayken” cümleleri başlayacak. Bu cümleler zaten hayra alamet değil. Ama bu derealizasyonu yaşayan herkesi ayılmaya çağırıyorum. Tanrı tarafından vaadedilmiş topraklarına kavuşamayan krallar gibi davranmanın alemi yok.

O ekranda Netflix’te gördüğümüz şempanzeler var ya, 1960’da Jane Godall sayesinde ilk defa onlarla ilgili kayda değer bilgi edinmeye başladık. Benim annem 1960’da doğdu. Türkiye’de ilk hayvanat bahçesi 1937 yılında İzmir Fuar Hayvanat Bahçesi olarak kurulmuş. YouTube’da 1984’den bir video buldum: https://www.youtube.com/watch?v=O8TnlekH-v8 Şempanze göremedim. Düşünün, yıl 1984, Türkiye’de yaşıyorsun. Henüz televizyonda daha TRT 2 yok. TRT var. Bitti. TRT ne gösterirse televizyonda onu görüyorsun. Necefli maşrapa ile birlikte https://www.youtube.com/watch?v=2aRnFWbx_v4 . Kısaca ne görürsen muhtemelen basılı mecrada görüyorsun. Şempanze’nin varlığından haberin yok, kadın tutturmuş ben şempanzeleri merak ediyorum. Bana şempanze kitabı alsana baba diye adamın kafasının etini yemiyor. Gidiyor, üniversite okuyamamış olsa da, kadın olduğu ve doğduğu ailenin imkanları gereğince, ben çok merak ediyorum diyor. Ben Gombe’ye gidiyorum bile diyemiyor, nasıl gidecek! Annesini veriyorlar yanına, kız başına Gombe’de senin can sağlığının sorumluluğunu biz alamayız diyorlar. 2017 yapımı Jane filmini tavsiye ederim. https://www.imdb.com/title/tt7207238/?ref_=nm_knf_t1 (Adının Jane olması da çok tatlı değil mi? Tarzan Jane. Jane Tarzan.)

Şimdi annemiz babamız şempanze dediğinde ya bir fotoğraf görecek ya da çok şanslıysa muhtemelen yurt dışında hayvanat bahçesinde görecek. Şimdi birine şempanze desen, kendini şempanze uzmanı zanneder “primatolog” kelimesinden bir haber, hiç utanmadan zannettiklerini biliyormuşçasına anlatır sana. Hasbel kader sen de kendi bilgisinden şüphe eden güzel bir insan evladıysan “Alla alla ben mi yanlış biliyorum acaba” diye kendinden şüphe edersin. Hiç kendinden şüphe etmeye geçmeden sor, soru sorun, soru soralım, soru soracağım. Madem herkes çok biliyor, bilgisi olan insan anlatabilir, soruları cevaplayabilir. Bakın göreceksiniz, sorular geldikçe öfke ve suçlama ve konu değiştirmeler nasıl nüksediyor. İçinin boşluğunun keşfinden kaçınmak için saldırıya geçenler, kendine duyacağın şüpheyi körüklemeye çalışanlar. Çok kötüsünüz. Özür dilerim, bunu demek beni de mutsuz ediyor. Ama çok zor sizi sevmek.

İlk defa Beowulf izledim sinemada, animasyon ve insan var içerisinde. Beynim uçmuştu “Of ileride acaba aktörler aktrisler oynamayı bırakacak da her şey dijital mi olacak?!” Babamla bol bol animasyon filmi izlerdik, Pixar’ın filmlerini çok severim. Sürekli hayvanların kürklerini, insanların saçlarını takip ederdik. “Of baksana saçları ne kadar iyi yapmışlar!” Kolay mı zannediyorsunuz o zıplama hareketi ile birlikte fizik kurallarına uygun dalgalanacak tane tane saçı tasarlamak, kodlamak, ekrana koymak. Artık neler yapılıyor onu bile bilmiyorum ben de cahilim. Ama ne oldu, bunun değeri bilinmedi. O filmler kendi kendine çıkıyor sanki, onu da eleştir “Olmamış.”

Adamlar hesap makinesinden küçük beyinli bir roketle, adeta at arabasıyla aya gidiyorlar ve geri dönüyorlar, çılgınlık. Biz “Ay bu telefon çok yavaşladı.”

Şükran fakiri bir çağız.

İlyada destanında Akhilleus’un “hubris”inden, kibirinden bahsedilir. Kibirinden ötürü cezalandırılır. İnsanlar destanlar boyunca durmaksızın kibirinden dolayı cezalandırılmıştır. Kibirimiz öyle bir noktaya geldi ki, doğaya hükmedeceğimiz sanrısına öylesine kandık ki, hem çok çok çok kısa bir sürede dünya gezegenini ısıtarak kendimizi kıtlıkla öldürme tehlikesine gelirken yetmedi, zoonotik korona virüsü salgını ile çok iyi bir salladık sarstık insanlığı. İyi oldu şöyle bir iki omzumuzdan tuttu salladı bizi Gaia sanki. “Noluyor, ne sanıyorsunuz siz kendinizi? Tanrı siz değilsiniz, kendinize gelin.”

Bana şöyle geliyor, video teknolojisinin ilerlemesi ve Star Trek, Star Wars, Battlestar Galactica izleyerek, hatta bunlar yine iyi, Interstellar ya da Gravity filmleri izleyerek, uzay filmleşti gözlerimizde. Bir kapsülün ISS’ten kopup dünyaya doğru yollanmasının ehemmiyetini kavramaktan uzak zihinler uzaya dönüşle ilgili atıp tutar hale geldi. Filmde her şey çok kolay görünüyor. Birçoğu bunları bile izlememiştir. Hayatında yaptığı en büyük iş belki üniversite bitirip bir işe girmek olan insan, kendini quantumdan anlıyor zannedebiliyor mesela. Ben ne kadar cahil olduğumu yeterince keşfetmemişimdir daha diye lafımı yuta yuta susuyorum. İzliyorum, dinliyorum, okuyorum. Utanıyorum, bunu yazmaya bile utanıyorum. Kimler kimler ne bilgili insanlar, ne dahi insanlar var, sana mı kaldı Kardelen diyorum kendime ama “Ev yapımı bir roket yap ve dümdüz 2 metre yukarı çıksın” desen yapamayacak herkes SpaceX ile ilgili bir fikre sahip. Sonra da sinirlenip yazıyorum işte. Bu da benim kibrim. Babamdan aldım. Aptalca şeylere çok sinirleniyoruz biz.

Neyse, işte derealizasyon dediğim de bu. Her şeyi ekrandan göre göre her şey çok mu kolay görünüyor nedir? Her şey kendi kendine mi oluyor zannediliyor? Kendi kendine olan tek şey entropinin artmasıdır. Doğanın ondan çalınanı geri almasıdır. Başka her şey için insanlar uğraşıyor. Ben uğraşmıyorsam demek ki başkası bunun için kesin uğraştı. Peki ben ne için uğraşıyorum?

Sen ne için uğraşıyorsun? Kendi namına değil de, insanlık namına, napıyorsun, ne önemin var?

Herkes herkes kadar özel herkes kadar sıradan doğar. Sonrası için kimse kimseye bir söz vermedi.

Related Posts