Bugünkü yazımın konusu: Allah’tan ümit kesilmezmiş.
Bu lafın benden çıkmasını bekleyecek son kişi bendim. İşte o kadar dinden çıkmıştım. Dinden çıkışım o denli şiddetli olmuştu ki kendimi yeni bir dinin kucağına bırakıverdiğimi anlayamamıştım. Ama o ikinci din meselesine girmeden önce anlatmak istediğim başka bir şey var. Nasıl oldu da ben “Allah’tan ümit kesilmezmiş” dedim.
Benim çocukluğum harikaydı! “Annem benim paramı aldı.” “Babam beni aptal olmaktan korkar yaptı.” tutumuna girmeyeceğim. Girsem girerim, birçok psikoterapi seansı anılarıyla da desteklerim hepsini. Ama bugün canım lafa çocukluğumun ne kadar harika geçtiği ile başlamak istiyor.
Gölcük’te doğdum. Bahçesi olan tek katlı bir evimiz vardı. Ülkede olabileceğin en güvenlikli yerlerden biriydi. Üstelik herkes birbirini kolluyordu, birçok arkadaşlıklıklar kuruluyordu. 3 yaşına kadar büyümek için bir cennetti. Sarı papatya bahçesinin içerisinde beyaz elbisemi giymiş, kollarımı iki yana açarak koşarken çekilmiş bir fotoğrafım dahi var. İşte o kadar güzeldi. Bu cennetin ardından Game of Thrones’daki Stark ailesinin bulunduğu yer olan The North‘u andıran bir yere taşındık. İsmi Yeşildere. Ancak yüksekliği ve soğukluğu dışında hiçbir şeyi Game of Thrones’u andırmıyordu. Başıma gelen en kötü şey, popomdan ısıran bir arı olmasıydı. Ortam yine aynı, güven ilişkisi içerisinde. Hatta ben, o zamanlar 4-5 yaşlarında oluyorum, kardeş diye tutturduğum için, dünyaya benim kardeşim Yarkın geliyor. Bir çocuk olarak yer yüzünde cenneti yaşamaya devam ediyorum. (O yaşlarda erkek olmuş olmasını kabullenecek olgunluğa ulaşmadığımdan, kız kardeş olmadığını öğrendiğimde üzülmüştüm, ancak 33 yaşından geriye bakınca, iyi ki erkek kardeşim var diyebiliyorum.) Kardeş DLC’sinin yüklenmesinin yanı sıra, oyunu da Easy Mode’da oynadığımı söyleyebilirim. Babam o esnada karargah komutanı. Tabi kardeşimin doğumunda başımdan talihsiz bir olay geçti. Ama başıma gelen bu vahim olay aslında bana korku filmi izletilmesiydi. Hayvan Mezarlığı. Şimdi görünce isminin ne kadar da manidar olduğunu fark ediyorum. Bu korku filminin etkileri üniversite yıllarıma kadar sürdü, hassas bir bünyeye sahibim, olan oldu bitti geçti.
Şu ana dek çocukluğumun en harika zamanlarını anlatmaya başlamadım bile. Ama gördüğünüz gibi başımdan anlatmaya utanacağım hiçbir şey geçmiyor. Ardından İstanbul’a taşındık. Hayatım hızla modernleşiyor. 4. Levent lojmanlarında yaşıyoruz. İlk sevdiğim çocuk, İlker. Kendisi Fenerbahçe’li. Yıl 1995-1996. Bir şekilde reddedilmiştim onu anımsıyorum ama ne teklifim reddedildi zerre fikrim yok. Muhtemelen “Eve gitmesen, 10 dakika daha kalsan olur mu?” demişimdir. Sonuçta 1. sınıfa gidiyorum. Üstelik o yıl hayatımda ilk defa motorsiklet ile tanıştım. Bu da yine başka bir günün hikayesi. İstanbul 4. Levent’te 1 yıl ikamet ettikten sonra tayinimiz İtalya Napoli’ye çıktı. Bunun üzerine ben “Yes” “No” ve biri hapşırdığı zaman “Bless you” demekten başka İngilizce kelime haznesine sahip olmayan 6 yaşında bir çocuk olarak, hayatımın en güzel yıllarına giriş yaptım.
İtalya yılları. Anladığım kadarıyla İtalya birçok mühim insan için dönüştürücü nitelikte olmuş. Herhalde İtalya’yı bu şekilde özetlemek yanlış olmazdı. Ben de 6-9 yaş arası yumuş yumuş beynimle, bu ortamda, bir de üzerine Anglo-Italian School: Montessori Division’da okumakta olduğumdan ötürü, evrimim Türkiye’li akranlarıma kıyasla çok başka bir yöne dönmüştü. Bu dönüş, geri döndürülemez bir dönüştü. Her bir açısına, kıvrımına, yoluna minnettarım. Sadece 4 kelime konuşabilen bir 6 yaşında olarak epey ağlamıştım, karnıma ağrılar girmişti, hatta ilk o zamanlar dinden aforoz edilmekten korkmuştum, ama bu da başka bir günün hikayesi.
Gördüğünüz gibi, başıma gelen en kötü şey, İngilizce öğrenmek oldu. Üstelik Compaq bilgisayarımda Heroes of Might and Magic III oynayarak. Şimdi bu uzun uzadıya girişi neden yaptığımı bağlayacağım. Bu 3 yıllık İtalya yıllarında bolca Avrupa seyahatine çıktık, road-trip yaptık. Bol bol kilise gezdik ve ben hatırladığım her kilisede köpek sahibi olmayı dilediğim bir mum yaktım. Şu anda bu yazıyı yazarken Pinky isimli köpeğim, bahçemde gezen özgür köpeklerin yolunu gözlüyor. İçeride annesi Maze ve babası Dobby de benim anne ve babamla birlikte oturuyor. Kısaca, dualarım tuttu. Ancak bir ara Üsküdar’da bulunan Son Buyruk Kilisesi’ne e-posta atmıştım. Bunca zaman kiliselerde dua ettiğimi ancak halen köpeğim olmadığını, dualarımın tutmadığını yazmıştım. Ardından davetleri üzerine Noel’i birlikte kutlamıştık. İlahiler söylemiştik. Daha doğrusu ben söylemiştim, malum çocukluktan biliyorum, benimle birlikte gelen annem ise söylemeyi doğru bulmamıştı, o bir Müslüman’dı ve Hıristiyan ayinlerine katılmak ona o an doğru görünmemişti. Sonuç olarak biz hep beraber çok keyifli bir gün geçirmiştik. Yıl 2011. Şimdi bu yazıyı okuyan Son Buyruk kilisesinden kimse olursa, bilmenizi isterim, dualarım tuttu.
Heroes III ile Son Buyruk kilisesi arasında bir yerde, 2004’te ben ateist olduğumu fark ettim. Yıllar süren sorgulamanın ardından Tanrı’nın olmuş olamayacağına karar kılmıştım. Bu karara varmamın en büyük etmeni Tanrı’yı yaratan ve benim dışımda bir varlık olarak hayal etmem olmuştu. Ancak ateistlik dininde de uzun süre tutunamadım. Ateist dininden kendi kendimi aforoz ederek panteist dini mensubu olmaya başladım. Daha doğrusu, ben kendimce sezdiklerimi tasvir etmeye çabalarken buna “panteism” diye bir isim verdiklerini, bir gün Wikipedia’yı dolaşırken keşfettim.
Kendini kaybolmuş hisseden her ruh gibi çok dolandım. Dolanırken bunun yolculuğun kendisi olduğunu ise çok sık unuttum. Şimdi geriye dönüp baktığımda yolda kendime cevherler toplayıp durduğumu görebiliyorum.
Şu anda battaniyenin altındayım, annem ördü, mor, lila, açık lila ve koyu mor karelerden oluşan, içinde sıcacık oturduğum bir battaniye. Karşımda orman var. Bahardayız, bu sebeple ağaçlar yeni yeni tomurcuklanıyor, oğlaklar camımın önünden geçiyor, kaplumbağalar bizi görünce üzerimize koşuyor, yavru köpekler paspasımızın üzerinde uyuyor. Arka planda plakçalarda Marche Militarie çalıyor. Plakları babam Celal Amerika’dan getirmiş, kolonları da öyle. Kendisini sefa pezevengi olarak bilebilirsiniz. Beni de aynı şekilde bilebilirsiniz. Üstelik olur da soracak olursanız “Nasıl oldu da sen şu anda ormana karşı josephine koltuğuna uzanmış, kitap yazma hayalini gerçekleştiriyorsun?” diye, cevaplayayım. Hatta önce kısaca sorayım:
Kardelen, sen hayallerini nasıl gerçekleştiriyorsun?
Size verebileceğim tek bir cevap var. “Allah’ın işi.” Planlasan olmaz. Hayatım bir film olsaydı ismi “Planlasan olmaz” olabilirdi. Ancak mutlaka belirtmek istediğim iki nokta var. Kimseleri rehavete kaptırmak istemem. Bunlardan ilki, bedel ödemeden olmaz. Bunu annem bana hep söyledi. Elbette anlayamadım ne kastettiğini. Bazen anlayacak gibi oldum, sonra yine unuttum. Bugün şu anda bunun ne demek olduğunu çok iyi anlayabiliyorum. Ve eminim ki ileride bir gün, kendimi çökkün, yorgun, kaygılı veya korkulu hissettiğim bir anımda, yine unutacağım, tüm bedellerin bir de hediyesi olduğunu. Yin’in bir de Yang’ı olduğunu. Olsun, olan olacak, bitecek, geçecek.
Belirtmek istediğim ikinci husus, özüne sadık kalmadan olmaz.
Benim özüm bahçeli bir evde dünyaya geldi, onu koruyan kollayan insanlar ile çevriliydi, gittiği her yerde birlikte büyüdüğü köpek arkadaşları vardı, hatta kangal bir köpek arkadaşı ile büyüdü. Tıpkı şu anda Niko ile büyüdüğü gibi. Tıpkı şu anda bahçeli bir evde olduğu gibi. Tıpkı şu anda onu koruyan kollayan insanlarla çevrili olduğu gibi. Üstelik bu sefer askerler onu duvarların ardındaki bilinmezden de korumuyor. Köyden komşuları soğuktan, yalnızlıktan, açlıktan koruyorlar. Hayali bir tehditten korunmama gerek yok, burada Doğa Ana ile birlikte huzurluyum, mutluyum. İçim rahat, en zor zamanlarda da özüme sadık kaldım. Kaybolduğumu hissettiğim zamanlarda dahi içimdeki ışığı gözden kaçırmadım.
Uzun zaman kendime meditasyon minderi almak istemiştim. Sonraları da çıkmış aklımdan, etrafta bulduğum yastıklarla yapmanın daha ekonomik olacağına karar vermişimdir. Bugün meditasyon minderimi buldum. 100 yılı aşkındır tam da orada duran Hayat Ağacı’nın göbeğinde. İtiraf etmeliyim ki oldukça rahattı. Merdivenimi dayadım, tepesine çıktım, Emekli Deniz Albayı babam fotoğraflarımı çekti, ben meditasyonuma çekildim, o 20 dakikalık bir zamanlayıcı kurdu. Zamanlayıcı tamamlandığında ise terasın kapısını açtı ve inek çanı gibi ses çıkaran, Hindistan’dan önce Kanada’ya giden, ardından Türkiye’ye gelen, Ersin’e gitmeyi bekleyen ancak bir türlü gidemediği için bana gelen, hiç yanımdan ayırmadığım meditasyon çanımı çalarak beni uyandırdı. Ağaçtan indim, salona girdim, annemle çanın hikayesini yad ettik, ben içeri geçmeden önce annem şöyle dedi: Allah’tan ümit kesilmezmiş.
Ben de bu yazıyı yazdım.
Sevgiler ❣️