“Plan yapsaydım başaramazdım.” Şimdi ise plan yapmaya çalışıyorum. Zihnimde yazılmaya başlayan her yazıyı durduruyorum. Yaz işte. Neyi? Bunu. Bu ne? Akışta olmak. Plan yapmamak. Projelendirmemek. Geldiği gibi yaşamak. Var olmak. Zaten istediğin bu değil miydi?
İstediğim tam da bu. İnsanın kendi isteğinden korkması da ne acayip bir durummuş. Yazmak istiyorum. İçimden geldiği gibi, yazılacak kadar mühim olduğuna inandığım mevhumları daktiloya almak istiyorum. Benim de içimde böyle bir arzu varmış, kendimi bildim bileli var. Ben de var olmak istiyorsam, o zaman yazmam gerekli. Yine de yazmakta öylesine zorlanıyorum ki. Egom giriyor devreye. Bir imajım var egomun ayakta tuttuğu. O imajı anlamaya ve de korumaya çalışıyorum. Gerçekten de o ayakta tutmaya çalıştığım imajın ne olduğunu bile bazen göremiyorum. Bizimkisi uyku ile uyanıklık arasında bir yolculuk. Aşık Veysel canlanıp duruyor zihnimin Spotify listesinde.
Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne hâldeyim
Gidiyorum gündüz gece
Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece
Uykuda dahi yürüyom
Kalmaya sebep arıyom
Gidenleri hep görüyom
Gidiyorum gündüz gece
Kırk dokuz yıl bu yollarda
Ovada dağda çöllerde
Düşmüşem gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece
Düşünülürse derince
Irak görünür görünce
Yol bir dakka mikdarınca
Gidiyorum gündüz gece
Şaşar Veysel işbu hâle
Gâh ağlaya gâhi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece
Şimdi Aşık Veysel’i araya aldıktan sonra, geriye yazacak bir şey de kalmıyor doğrusu. Yine de ben lafı dolandıracağım. Bu türküyü hissederek dinleyebilmem için çok okumam, çok yazmam ve çok yaşamam gerekti.
Hadi biz “plan yapsaydım başaramazdım” konusuna geri dönelim. Planı ego yapıyor. Varsayıyor ki, gelecek denen zaman gelecek (halbuki yok öyle bir şey, bu gece benim dünyada son gecem olabilir), ve o zaman geldiğinde ise ben, tam onun olacağını tasvir ettiği biçimde olacağım. Geleceği görme yeteneği de var haspamın. Yok tabi. Bu sebeple de kimi zaman planlarımıza dört elle sarıldığımızda, çok çalışsak da, içimizde göğsümüzü tam ortadan yırtan bir ikilem varmış gibi hissedebiliriz. Belki de vardır. Sonuçta o planı Kardelen’in geçmiş zamandaki bir versiyonu yapmıştı. Güncel versiyon, bütün o update’lerden sonra, başka bir yöne ilerlemeyi tercih edebilir. Bu yüzden de planlar fuzulidir. Özellikle uzak geleceği içerdiğinde.
Yakın gelecek başka. Topluluk içerisinde yaşayan bir canlıyız. Egomuz bizim kartvizitimiz (bazı koşullarda da kartvizitimiz egomuz olabiliyor). Bu sebeple bir hikayeye ihtiyaç duyuyoruz. Kardelen isminde bir “birey” oluyoruz. Yoksa nasıl birbirimizle etkileşime geçebiliriz ki? Nasıl bir görüşmeyi planlayabiliriz? İnşaat yapamayız. Bir kitabın yazılması için, bir egonun bu işe girişmesi gerekli. Plan, proje yapması, iletişim kurması, sıkı çalışması lazım. Bu sebeple de “plansız tamamen akışta” bir yaşantı, eğer Tibet’te bir rahip değilseniz, zaten mümkün değil. Ama bunu zaten biliyoruz. “Plan yapsaydım başaramazdım” derken kastettiğim planlar bu tip “yapılacaklar listesi maddeleri”ni içeren planlar değil. Büyük resimden bahsediyorum.
2024’e girerken üç tane dileğim oldu. İlki Emre. Zihnimin başrol oyuncusu. Gündüzleri zihnimin sahnesinde ne kavgalar, ne ders vermeler, neler neler yaşanıyor. Adam bu esnada işte ha, benim zihnim kendi yazıyor kendi oynuyor, vücudumda da duyguları hissediyorum. Al sana gerçek VR. (Virtual Reality, sanal gerçeklik. Oksimoron bir ifade, devam edelim.) Kendi zihnimin sahnesinde yaşanıyor hepsi (Hayali gerçeklik, Fantasy Reality, FR.) Kaptırıyorum kendimi. Mesela bir hayal başlıyor, ben ona çamaşırlarını çamaşır sepetinin içine atmasını söylüyorum. O da bana bir şeyler diyor. Onun verdiği tepkiyi de yazıyor zihnim. Bak sen. Sonra ben öfke hissediyorum. Kaşlarım çatılmaya başlıyor. Sonra bir anda uyanıveriyorum. Hayaldeyim. Şimdi ve buraya dönme vakti. Bunu gün içinde kaç defa yapıyorum saymaya kalksaydım, günüm feci biçimde aksardı. Çağım’ın Zihinle Barış ve Şefkat atölyesine katıldım. Ödev olarak zihnimizden geçenleri yazmamızı söyledi, saat tuttum, iki dakikada bir yeni bir düşünce geliyor. Sakin bir günümde 420 düşünce ediyor. Kimileri tekrar ediyor tabii, tekrar edenleri yakalamak da eğlenceli. Aynı diziyi tekrar tekrar izlemek gibi. Takılmış zihin, çözmeye çalışıyor bir şeyleri. Emre konusunu toparlayacak olursam, en çok sürtüşmemi yaşadığım en iyi öğretmenim.
İkinci dileğim sevgi oldu. Ne kadar da “cheesy”. Sevgiyi yeni yeni kavrıyorum. Sevgi duygusunu tanıyorum, en azından çok iyi bildiğime inanıyordum. Sonuçta sevgililerime bol bol hissettiğim, değil mi? Benden ayrıldığı anda, ölüm gibi bir şey hissetmem, çok fazla seviyor olmamdan kaynaklıydı, değil mi? Tam olarak öyle değilmiş. Sevginin kendimden başladığını kavrıyorum. Benim “sevmek” zannettiğim tutunmakmış. Tabiri caizse, yeni doğanın memeye tutunması gibi. Kendimi sevebilmekten uzak olduğum zamanlar. Sıklıkla korku hissettiğim zamanlar. Yine de ilk defa kendimi bulmuyorum. Bir elim hep üzerinde, yalnızca zaman zaman bağlantım kopuyor, derdimin tasamın peşine düşüyorum, insanlık halleri. Bu yüzden de kendime hatırlatmak için yeni yıl dileklerimin arasına ekliyorum. Yol nereye giderse gitsin, sevgiden geçiyor. Her fırsatta bunu kendime hatırlatıyorum ki ben de fırsatları fark edebileyim. İnsana kendi içerisindeki sevgi pınarına ulaşmayı öğretmek istiyorum. Bunun için önce keşfetmem lazım. Ne yapıyorum? İçe bakıyorum.
Üçüncü dileğim ise akış oldu. Aslında akışı dilemiyorum, akış zaten var olan bir şey, ben kendimi akışa bırakabilme rahatlığı diliyorum. Bunu gerçekleştirmek için de kendime akışın var olduğunu, her anın yeni bir an olduğunu hatırlatıyorum. Unutursam zaten dinlediğim öğretmenler, okuduğum kitaplar hatırlatıyor. İşte yazmak da burada devreye giriyor. Kimisi okçulukla uğraşır, kimisi çiçek aranjmanı yapar. Sopa çevirir, kılıç kuşanır, yürür, koşar, tırmanır, atlar, dalar, yüzer, durur, bakar. Anda kalabilmek için ne gerekiyorsa, insan kendini ona çekilirken bulur. İşte benim için de bu yazmak. Bir sonraki cümlenin ne olacağını ben de bilmiyorum. Ben yalnızca bu cümleyi biliyorum. Çoğu zaman, yazarken keşfediyorum. Daktilonun her bir vuruşu, beni ana getiren bir gonk.
İçimden bir ses diyor ki, insanlığın uyanmasına hizmet et. Yazdığımı gördüğüm anda ürküyorum “Sen kimsin ki?” sesi yankılanmaya başlıyor zihnimde, artık bu ses kimlere ait biliyorum. Ürksem de, benim bir huyum vardır, tüm korkularımın üzerine giderim. Sonuçta insan bilmediği şeyden korkar. Demek ki bilirsem, korkum geçer. Ben de merak ederim öyleyse, korkunun gözlerinin içine bakmak için cesaretimi toplarım, bulamadığım zamanlarda ise her şeyin iyi olacağına güvenirim. Ve korkunun içine girerim. (“Jump, the web will appear.”* 2023 boyunca kendime bu cümleyi hatırlattım, çok işime yaradı.) Şimdi girdiğim gibi. “Ne demek peki bu ‘uyandırmak’?” diyerek keşfediyorum. Bilgim artıyor, deneyimim artıyor. Bundan iki yıl önce hissettiğim şiddette korku hissetmiyorum. İnsan bildikçe, korkusu azalıyor.
Şimdi, 2024’te, yeniden plan yapmadan ilerlemeyi çözmeye çalışıyorum. Plan yapan zihnim devreye girse de, akışı sezinlemeye, kalbimin sesini duymaya çabalıyorum. Bu yolda birçok “hata” yapmayı göze almakta zorlandığımdan dolayı da paralize oluyorum. Ancak Çağım bugün bize yeni bir ödev verdi, “Eyleme geçin.” dedi. Ben de başladım yazmaya. Çünkü içimden bir ses diyor ki, ne olacaksa yazdıkça olacak.
Benden havadisler bu şekilde, sizin nasıl gidiyor?
Sizi seviyorum ❣️
Yol rahat geçsin
* Atla, ağ belirecektir.