İnsan zannediyor ki, birçok kişinin okumak istediği bir lisans bölümünü tamamlamak, hem de bölüm üçüncülüğü ile, hatta benim de bizzat “İkinci lisans olarak psikoloji okuyacağım” demişliğim de varken, biraz daha “accomplished”, başarmış, halletmiş, tamamlanmış hissetmesine vesile olur. İşte öyle olmuyormuş. Sanki en “iyi” hissetmem gereken zamanımdayım, ancak savruk hissediyorum. Sanırım bunun sebebini biliyorum.
Onaylanmaya karşı dinmeyen bir açlığım var. Şimdi yeni yeni Human Design denilen bir sistemle haşır neşir oluyorum, orada da aynısı çıkıyor karşıma. Benim “recognize” edilmeye, tanınmaya, görülmeye, pışpışlanmaya, cesaretlendirilmeye ihtiyacım var. Bunu yazarken bile bir ego sesi giriyor devreye ve diyor ki
Sen hani spiritüel olarak gelişiyordun. Başkalarından onay isteyen, spritüel olarak gelişmiş biri olabilir mi? Sen kendini mi kandırıyorsun yoksa başkalarını mı kandırmanın peşindesin?
Duydum seni. Teşekkür ederim.
Bu ihtiyacımdan ötürü de hayatın sınavları bana bu konudan geliyor. Daha önceleri de bahsettiğim gibi, hayat bizi her konuda sınava tabii tutmaz. Benim, şu ana dek, sınava tabii tutulmadığımdan emin olduğum alanlar: bedensel güzellik, zeka, aile, iyi kalplilik… Sınav vermeden sahip olduklarımızı hatırlamakta fayda var. Tanınmak, görülmek ise sınavım. Utandığım, sahiplenemediğim sınavım. İşte bu sebeple CİMER şikayetlerinden büyük yara aldım. İşte tam burada bir duygu var, yaşanmayı bekleyen.
“Benim niyetim iyi, ben insanlığa bir şey katmak istiyorum.” demiştim televizyonda. Her ne kadar şu anda içimdeki bir ses
Ama yeterince bir şey yapmıyorsun. Yeterince üretken değilsin. Daha fazla verebilirsin.
diyerek yakama yapışmış olsa da onu da duyuyorum. Teşekkür ederim. Elimden geleni yapıyorum, sadece ilk defa elimden gelen gözümü doyurmuyor.
İnsanı anlamak, insanlara kendilerini tanımaları adına hizmet etmek, benim yolum bu oldu. Şevkle, içsel enerji kaynaklarım fokur fokur kaynarken ilerledim bu yolda. Eminim, gerçekten de insanların hayatına dokundum. Bu bana inanılmaz geliyor. Neden? Meğersem amacım “İnsanların hayatına dokunmuş olan Kardelen’i deneyimlemek” değilmiş. Meğersem amacım “İnsanların hayatına dokunmak için uğraşan Kardelen’i deneyimlemek”miş. Uğraşın kendisinin sonuçtan daha önemli olduğunu bilmiyordum. Aslında içten içe biliyorumdur, sen de biliyorsundur. Unutuyoruz. Amacımız varmak değil. Nereye varacağız ki? Ölüme, başka bir yere değil. Hepimizin nihai durağı, bu trenden indiğimiz durağımız zaten orası. Biz yolda olmaya geldik. Tren gideceği yere kendi yolundan, kendi hızında giderken, “Bana düşen nedir?” diye sormak ve manzaranın keyfini çıkarmaya geldik. Yine de siz de benim gibiyseniz, bir kompartmanın içine girmiş, olduğunuz yerde dört dönüyor olabilirsiniz.
Nereye gidiyoruz? Ne zaman varacağız? Ben nereye gitmek istiyorum? (En komiklerinden biri de bu soru, ben kimim ki tutturuyorum bu sorunun cevabında) Zengin olacağım (güzel olacağım, evli olacağım, başarılı olacağım… kendi takıntınızı koyabilirsiniz buraya) yere nasıl gidebilirim?
Olan nedir peki? Ben, deneyimleyen, egonun peşinden kompartmanda kapana kısılmış fare gibi koşturuyorum. Bu kompartmana zihin diyebiliriz.
Egom kırıldı. Zaten kırılması gerekiyordu, çok da iyi oldu. Ama acıdı. Uf oldu. Hani bazı şeyler “haksızlık” gibi görünür ya, o ne demekse, onun gibi bir şey oldu. Hiç “haksızlık” demedim, neden bilmem, pek yoktur o bakış açısı bende. Olan olmuştur, kimse bana “Senin doğru ve haklı bildiğin biçimde işliyor bu dünyanın düzeni” diye söz vermedi bildiğim kadarıyla. Yine de ben de çok acırım. Hatta bana acıma kodu biraz fazla yazılmış gibi duruyor, pişmem lazım demek ki, neye hazırlandığımı bilmeden pişiyorum. Daha önce Boğaziçi Psikoloji departmanında öğrenciyken kırılan egomu yazmıştım, şimdi ise CİMER şikayetlerinden kırılan egomu yazıyorum.
Şikayetler 2019 yılında başladı, 2023 yılında halen devam ediyordu. Türk Psikologlar Derneği ve CİMER’e defalarca şikayet edildim. Bunlardan altı tanesi bana ulaştı, daha fazlası olduğunu yapılan aramalardan ve yazışmalardan çıkarabiliyorum. Tüm şikayetlerin özeti: Psikolog değil.
Artık ben bir psikoloğum. Üstelik Uzman Psikolog. Tam da bu dönemde, psikolog olmadığım zamanlarıma kıyasla, en az sayıda kişiye ulaşıyorum. Birlikte çalıştığım kişiler, etrafımdaki insanlarla etkileşimim ve arada bir yazdığım yazılar haricinde pek bir faydam yok (burada mükemmeliyetçi bir zihnin devrede olabildiğini görüyorum).
Biliyor musunuz, bu yazıya burada yeniden başlıyorum, gelin benimle.
Ben bu yazıyı yazmaya başladığımda CİMER şikayetlerinden ne kadar kırılığımı, kendi aslıma uygun bir şey yapmak yerine başkalarının, üstelik kendini göstermeyen, yüzleşemediğim başkalarının, beni “zorlaması” ile okuduğum lisanstan, kendimi doğru yolumdan sapmış hissettiğim için ne kadar yorgun ve kafası karışmış hissettiğimden bahsederek, şikayet edecektim. Duygularıma alan açacaktım. Yapamıyorum, şikayet edemiyorum. Biliyorum ki bunu ben diledim, ben seçtim, ben hak ettim. Her şey yolunda. Her şey tam olması gerektiği gibi oldu. Olurken acımış olması ise yanlış bir şey olduğunu göstermiyor, bilakis, tam da olması gerektiği gibi olduğunun bir başka kanıtı. Gelişim, konfor içerisinde değil, acı içerisinde gerçekleşiyor. Pişmek için acı gerekiyor.
Şu noktada, yine suçlayamadığımla kalıyorum, tüm huzursuzluğum, yorgunluğum, kafa karışıklığım ve yazma isteğimle birlikte, olduğum halime razıyım. Gitmeye korktuğum yerlere yine de gideceğimi biliyorum. Bende “büyüme hastalığı” var. Bu benim sürekli değişen ve gelişen biri olmama taktığım bir isim. Birkaç yıl önce debelendiğim engellerin şimdi ne kadar küçük kaldığını hayretle izliyorum. Şimdi de karşımda tam boyuma uygun engeller vardır eminim. Bense oturmuş engellerden şikayet ediyorum. Şikayet ediyorum çünkü onlara “engel” adını taktım. Aslında bir “training ground” bir talim sahası. Bilmek için, talimden geçmemiz gerekiyor. Bu ışıkta baktığımızda ise “engel”ler talimatlar haline geliyor.
Zannediyordum ki talimatlar minnoş ve tatlış bir sesle gelecek, ben de güle oynaya onları gerçekleştireceğim. Bu kurgumda acıya yer yok, doğru yolda olmak demek her şeyin sorunsuzca aktığı, hayatın yanağımı okşayıp sırtımı sıvazladığı bir deneyim. Aslında hala böyle olabileceğini biliyorum, ama ben ona buna tutunurken değil.
Seanslarımdan birinde, birlikte çalıştığımız kişiyi dinlerken zihnimin sahnesinde bir metafor canlandı. Anlatmaya başladım, bir yandan da gülüyoruz. Size de geldiği gibi anlatayım.
Yaşamı akan bir nehir olarak canlandıralım. Biz, her birimiz, tek tek, kendimizi bir kayıkta buluyoruz önce. Ufak tefek, çok bir şey yok, pek de yalnız başımıza olduğumuz bir kayık. Küreğimiz bile yok. Sağdan soldan tutunuyoruz bu kayığa. “Benim kayığım!” onu sanki canımız pahasına sahipleniyoruz. Neden? Zannediyoruz ki o kayık bizi akıntıya kapılıp boğulmaktan, ölmekten koruyor. Doğru, mani oluyor, akışın bir parçası olmamıza mani oluyor, onu uzaktan izlememize, katılmadan “konforlu” alanımızda kalmamızı sağlıyor. Ancak bu nehir sürprizlerle dolu, ve kayıkla gezinti yapmak demek kayığın darbeler alması demek. Gün geliyor ya bu kayık parçalanıyor ya da biz bile isteye bu kayıktan atlıyoruz akıntının içerisine. Akışa geri dönmek, doğru istikametin bu olduğunu hepimiz, içten içe biliyoruz. Ancak tutunmaya alışkınız biz. Kayığa sıkı sıkı tutunarak, onu sahiplenerek var olmuşuz bunca zaman akıp giderken. İnsan alışkanlık hayvanıdır. Suya katılmamız tutunmaktan vazgeçtiğimiz anlamına gelmiyor. Yine tutunacak bir dal arıyoruz. Nehire uzanan ağaçların dallarına, köklerine, belki de nehirin üzerinde bulunan kayalara tutunuyoruz. Bu sefer de canımız pahasına onlara sarılıyoruz. Sanki nehir bizi gitmek istemediğimiz bir yere götürecekmiş gibi. Nehrin tek yaptığı akmak. Nereye gideceğimizi bilmiyor olmamız, korkuyor olmamız, yanlış yere gittiğimiz anlamına gelmiyor. Yine de tutunuyoruz, o düşünceye, o işe, o insana, o alana. Akışa direniyoruz ve acı çekiyoruz. Yüzümüze yüzümüze çarpıyor sular. Bırakıp gidinceye dek de çarpmaya devam ediyor. Nehire sinirleniyoruz, kayığımızı özlüyoruz, tutundukça yoruluyor, yoruldukça çaresiz hissediyoruz. Çare ise basit. Bırak. Nehir seni gitmen gereken yere götürüyor.
Ben bırakabildim mi? Yoo, tutunduğum çok şey var. Yine de bugün gördüm ki, suçlamaya tutunamadım, kurban rolüne tutunamadım. Bu güzel.
Acı çeken Kardelen’den anlatacağım zannederek oturdum klavyemin başına, akış çıktı içimden. Duymaya ihtiyacı olanlara ulaşsın, değişim vakti gelenlere cesaret versin.
Sizi seviyorum ❣️